Investing: It is a gamble whose success depends on an ability to predict the future.

11 Temmuz 2010 Pazar

Kadıköy'de bir Rumen...


Rumenler...

Sabah saat 9. Bugün uyandınız ve takvime baktınız 22 nisan’ı ve bugün yırtıyorsunuz dünü, artık 23 Nisan’ı gösteriyor sonra da televizyona baktınız hiç olağandışı bir şey yok. Bir daha yattınız ve tekrar uyandığınızda takviminizin üzerinde 29 Ekim yazıyor hala ortada olağan dışı bir şey yok. 365 gün sonrası ama hala bir coşku seli yok dışarıda, bayraklar ya da marşlar. Aradan bir yıl geçmesine rağmen, uyandığınızda kutlamak istediğiniz, balkonunuza çıkıp asmak istediğiniz bir bayrağınızın , sabah kalkıp dinlemek istediğiniz milli bir marşınızın olmaması…Kimler hakkında konuştuğumu mu merak ediyorsun? Tabi ki bir Romen-Rumenler yani Türkçe’deki tabiriyle bir çingeneler hakkında…

Çingenelerden yani dünyanın ilk ve tek ırklararası topluluğundan bahsediyorum. Kendini bir millet kalıbına sokmamış, kendine bir marş bulmak zorunluluğunda hissetmemiş marşını hergün çaldığı klarnetiyle, her gün farklı bir ezgiyi çalarak gösteren bir topluluktan bahsediyorum size.

Romenlerin tarihine baktığınızda karşınıza ilk çıkacak olan şey, Romenlerin Hindistan’ın Pencap-Sind nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan’ın bulunduğu bölgelerden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli bir topluluk olduğudur. Şimdilerde ise çalgıcı ve falcılardan oluşan göçebe bir topluluk olarak görülürler ve bunun da bir nedeni vardır tabiki. Romenler bu göçebeliklerini zanaatkar bir toplum olmalarından almışlardır. Romen ataları eskilerden sepet, etek, kalay, metal vs. gibi ürünleri bütün dünyayı gezerek tarım ve hayvancılık yapan topluluklara satarak bir ülkeye bir toprağa bir bayrağa bağlı kalma anlaşmasını reddetmişlerdir. Bu sebepledir ki nereye giderseniz gidin şehirlerin köşe sokaklarında renkli elbiseler giyen kadınların göbek attığını, erkeklerin ise klarnetlerini var güçleriyle üflediklerini ve darbukalarına elleri kızarıncaya kadar vurduklarını göreceksiniz. Çingenelerin ırklarüstülüğü işte bu bütün dünyayı lime lime gezmelerinden ve gezdikleri bu yerlere de neşe getirme isteklerinden kaynaklanır.

Ben bu gezme ve dans etme güdüsünün başlangıcını küçükken oynadığımız bir oyuna benzetiyorum. Sandalye kapma diye bir oyun vardır hatırlar mısınız? Hepimiz küçüklüğümüzde en az bir kere oynamışızdır bu oyunu. Oyun alanı geniş, boş bir alana, alandaki insan sayısının bir azı kadar sandalye koyularak kolayca oyun alanı oluşturulabilir. Müziğin sesi açılır insanlar dans etmeye başlar ve dans kesildiğinde herkes bir sandelye kapma yarışına girer. Bu oyunla başlar çingenelerin müziğe ve dansa olan sevdalılığı... Sandalyeler konulmuş bütün topluluklar alandaki yerini almış ve gelen müzikle dans etmeye başlamışlardır bile. Dans müzüği kesildiğinde her topluluk bir sandalye, bir toprak edinmenin yolunu aramıştır diğerlerini ezerek, en yakın bulduğu sandalyeye delicesine koşarak. Oyun bitmiş ve bütün sandalyeler dolmuştur hemencecik hatta bazıları kurallara da uymayıp bir kaç sandelye için ‘Benim!’ diye haykırmışlardır. Herkes aldığı toprağın sevincinden havalara uçtuğundan ortadaki topluluğu, sandalye alamayanı görmeleri baya bir uzun sürmüştür. Baktıklarında karşılarında hala çalıp sonra da kesilen müziğe kendilerini kaptırmış bir Romen halkı durmaktadır ki bu da Romenlerin müziğe olan aşklarının bir karış toprağa, bayrağa ve marşa nasıl ağır bastığının göstergesidir...Böylece Romen toplumu gezip dansedip çalan bir toplum olarak bilinegelmiştir bizim yarattığımız Romen yaradılış efsanesinin son ayağı olarak.

Osmanlı’daki 72 buçuk devlet terimindeki buçukluk olma hırsı! da Romenlerin tam sayılamayacak kadar düşük bir toplum olmalarından değil o sandelyeye oturmak istememelerinden gelir zanımca!

Bugünkü durum varoluşlarındaki efsaneden biraz daha farklı bir hal almıştır. Bugün anlattığımız varoluş efsanesinin sonrasında Romenlerin şovlarını izlemek yerine onları kendi ülkelerinden kovalamak istemiştir bir çok ‘koltuk sahibi’. Sıkılmışlar mıdır müzikten yoksa sevmemişler midir bir süre sonra bilinmez ama sahnedeki Romenlere gerçek yuhalamalar 1940ların Nazi Almanya’sıyla başlamıştır diyebiliriz. Nazi Almanların ırkçı ideolojisi, çingeneleri de ‘yok edilmesi gereken aşağı ırk’ kategorisine sokuvermişti birden bire. Özgün yaşam tarzları, renkli hayatlarıyla pek çok dünya ülkesinde kültürel bir renk olarak görülen Romenler, Nazi Almanya’sıyla bir nefretin hedefi oldular. 1937 yılında yayınlanan bir kararla çingeneler ‘iflah olmaz suçlular’ olarak tanımlanmış ve Alman toplumundan izole edilmeleri oy birliğiyle! Kabul edilmiş ve böylece çingenelerin renkli hayatlarını sergilemeleri sorun haline gelmiştir. Çingeneler toplama kamplarına gönderilmiş ve orada katledilmiştir. Birçoğu ise toplama kamplarına gönderilmeden sokak ortasında ya da evlerinde alenen katledilmiştir. Çingene olmayan erkeklerle evlenen kadınlar zorla kısırlaştırılmıştır. Evet evet, kısırlaştırmak! Kısırlaştırma üreme organının cerrahi müdahele ile kesilip alınması anlamına geliyordu ki korkunç acılar veren bir işlemdi. Bazı Romen kadınlar ve özellikle hamile Romen kadınlar kısırlaştırma ameliyatları sırasında ölmüştür.

Bu süreçte tabi ki Rumlarda sadece müzikle uğraşmamış ve boş durmamışlardır. Mesela pankreasta az salgılanmasından dolayı şeker hastalığına yol açan İnsülin Romen bir bilim adaı olan Nicolar Paulescu tarafından 1922 yılında bulunmuş bir yıl sonra Nobel ödülü onun çalışmalarından feyz alarak araştırmaları geliştiren Frederick Banting ve John Maclead’a verilmiştir. Ama şans ve Albert Nobel Romenlerin yüzüne 1974’te gülmüş ve Romen asıllı George Emir Palade 1974’te hücrenin bir bileşeni olan kofulu bularak bu ödülü haketmiştir. Ştefan Odobleja matematikteki katkılarıyla ve diğer bir çok isim tarihe ismini yazdırmıştır.

Dünyada yaşam alanlarına baktığımızda Macaristan’da hala 1 milyona yakın Romen kötü uygulamalara ve ayrımcılığa, Romanya’da yaklaşık 2 buçuk milyon Romen ırkçılığa ve şiddete, Türkiye’de ise yaklaşık 750 bin Romen kötü hayat koşulları altında yaşamaya sevk ediliyor. Dünyanın bir çok yerinde bu haksız uygulamalar devam ediyor.

Romenler son yüzyıla kadar dünyamızın renkli yaşam tarzını yansıtan bir simgesel toplum olurken, bugünlerde toplumun ‘öteki’lerinden biridir. Bugün bir işlevlerinin olamadığı düşünülüp bir erkek çingeneden klarnetini üflemesi ve bir dişiden de gerdan kırması ve göbek kırması beklense de onlar bu beklentilerden çok daha fazlasıyla ara bir sokak köşesinde, bir laboratuarda, bir sanat galerisinde karşınıza çıkacakları günü beklemektedirler.


12.07.10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder